bilinç kadar değerli, olmamız gereken en doğru olgu. gerçek erdem. (bkz: telepati).
"kadınlardaki dürüstlüğün içinde nasıl bir ihanet ve vahşet saklandığını bilecek kadar deneyimliydim, dürüst kadınlar özel bir cinsti ve dürüstlüklerini bir bıçak gibi kullanırlardı." [kendisini tanımıyorum* fakat bu adam gerçekten kadınları tanıyormuş gibi yazıyor. (bkz: ahmet altan).]
dürüst olmak sadece yalan söylememek olsaydı çok kolay olurdu uygulaması. halbuki aynı zamanda dürüstlük dürüst davranmayı; kendini ortama uyarlamadan, kıvırmadan anlatmayı da kapsar. asıl zor olan taraf budur. karizmaların içine gizlenmek türlü yalancılıktan başka bişi degildir.
olduğu gibi görünmek
göründüğü gibi olmak.
bi insandan hoşlanmasanız da ona saygı duymanızı sağlayan önemli bi özellik.
kaybedebilme riskini göze almak. tercih meselesi tabi.
cezası yalandan daha ağır olan... açıklaması bile yoktur, zaten günışığında yaşanıp dürüstçe anlatılmışların... müdafası söz konusu değildir işlenmemiş suçların. gereksiz bir inançtır ve yaşam biçimidir sadece, er ya da geç cezalandırılacak ve ne yazık ki dönüşü bile olmayacak...
insanoğlunun en çok ihtiyacı olan kavram. ve bu kavram bende saklı demeyeceğim (izninizle) tabii ki hatta üzerine konuşma yüzsüzlüğü göstereceğim. öncelikle, insanın güncel hayatına dem vurmuş kavramlardan mutlak olanı, göreceli olmayanı yoktur. siber çağda dürüstlük, normal bir davranıştan daha çok lüks olarak nitelendirilir. dahası insanlar kendinilerini anlatırkan söylerler "en beğenmediğim özelliğim fazla dürüstüm" diye fütursuzca. dürüst olmak enayilikle bağdaştırıldığında bilin ki artık o toplum çürümeye, yozlaşmaya yüz tutmuştur ve kaçılması gerekir.
maskelerin cirit attığı, düşüncenin değersizleştirilip maddiyatın ön plana çıkarıldığı, "karizma" olmanın erdem olduğu, öğrenilmiş bencillikle beraber "salaksa bir tekmede siz vurun" filozofisinin taraftar bulduğu bir toplumsal yapıda, bu eğlenceli oyunları oynamayı ve dahası sadece "oynamayı" reddeden, ve dürüst olmayı seçen* her canlı, zaman geçtikçe ya çürüyecek ya da sosyal yapıyla ilişkilerini koparacaktır.
dürüstlük ahlaki yapıyla da bağdaştırılamaz. çünkü dürüstlük, yalan söylememekten çok empatidir ve toplum normlarına bağlılıktan çok evrensel normlarla rasyonalizmi karşılaştırabilmektir. bu yanılgıdan ötürü türkiye halkı dini bütün, milliyetçi ve ahlakçılık tacirliği yapan insanlardan en çok tekmeyi yemedi mi? toplumsal dürüstlük ütopya değildir, insanların ihtiras makinesi olmaktan çıktığı anda da gerçekleştirilmesi mümkündür.
ya kendine karşı dürüst olmaya ne demeli? mutlak dürüstlüğün reddinden sonra insan kendine nasıl olabildiğince dürüst olabilir? ilaveten, insan kendinin kendine karşı dürüst olduğunu nasıl anlayabilir? kabullenmeler, kavramsal kaoslarda insanın hayatını kurtarır* ve bizim kabulumuz "kavramların gerçekleşirken kendilerini yadsımaları" olacaktır*. ikili ilişkilerde yada tekil ilişkilerde* dürüstlük söylevi ile hareket edilemez. çünkü nacizane şahsım farketti ki, ne kadar çok dürüstlükten dem vurursak, o kadar çok kavramı egosal olarak kullanmış ve yine o kadar çok kavramın özünü reddetmiş oluyoruz. bu açıdan bakıldığında, "olabildiğince dürüstlük iddiası"nda olan bir insan, üzerine konuşmaktan çok içsel olarak gerçekleştirebildiği ölçüde konusunda başarılı olacaktır. kavramsal ticareti reddederek sadece "yaşamayı" öngörmek diğer bir çok hususta olduğu gibi bu konuda da neferimizdir.
çoktan seçmeli ilişkilerde, modern hayatın bize kattığı kurnazlık ve tanımlanan bilinçli tarafımızın oluşturduğu putlaştırılmış değerler, "herşeye rağmen" yaşamaya, iyi yaşamaya! devam etme güdümüz nesnelimizde ve öznelimizde gözlerimizin önüne perde çekmekten başka bir işleve sahip değiller. insan bu işlevsizlikte ve çaresizlikte kendini ne kadar suçlamalıdır? hayyam'ın tanrıyı onu öyle yarattığı için suçladığı gibi ya da sevdiğim bir dostumun toplumun "birey olarak kendisini bu şekilde gerçek kılmasını" yargıladığı gibi, insan davranışlarının ne kadarında etkendir ve dürüstlüğünden adım adım uzaklaşırken ne kadar suçludur?
insanoğlunun dürüstlüğe varmasını sağlayacak bütün ana yolları harap edilmiş, yakılmış görünüyor. üstelik, bu yollar yeniden süsleniyor, günümüz toplum yapısı ile uyumlu hala getiriliyor, sürekli alevlenen emperyalizmin körüklediği insan hırsıyla gerçek kılınıyor. bu yapısal değişiklik, insanın bilinçsizleşmesini ve "içine düşmenin cazibesi"ne kapılmasını sağlıyor. bu iddiadan sonra, araf dergisinden aldığım bir cümle ile noktalayabilirim yazıyı: gerçekten de sesimin tek bir ses olduğunu, deneyimimin denizde sadece bir damla olduğunu, bilgimin mikroskobun vizörü ile sınırlı olduğunu, aklımın gözünün dünyanın küçük bir köşesini yansıtan bir ayna olduğunu ve fikirlerimin birer öznel itiraf olduğunu hiç unutmuyorum...
her zaman istenilen sonucu vermese de sahip olmaktan gurur duyulması gereken sey. karsindaki insan bu durustlugu kaldiramayacaksa pek de gerekli olmayabiliyor da..
en dürüst olduğunu iddia eden kişiden dahi şüphe etmek gerekir, zira dürüstlük, şimdiye dair olanın değil, geçmiş olanın, geçmiş olana dair olanın dürüstlüğüdür. bunu alın ve kişisel ilişkilerden yazarın konumuna, söz'ün ve yazı'nın sahibine değin her konuya uygulayın, ortaya çıkan sonuç aynıdır : evet belki de söylediklerinizin tümü doğru, bize şu ana dek hep 'gerçek'lerden söz ettiniz, duygularınızdan yaşadıklarınıza, fikirlerinizden gerçekliğe dair algılamalarınıza değin. oysa bunların hepsi geçmişte kaldı; geçmişe dair dürüstlüklerden çok söz ettiniz, oysa hepimiz biliyoruz ki sözünüzün açığa çıktığı 'şimdi', tüm muğlaklığı içinde en dürüst-olmayandır
bir arkadaşınız, başka bir arkadaşınıza hayatının en büyük kazıklarından birini atma yolundayken ona engel olmaktır. engel olmayı geçtim, tepki gösterebilmek, karşı durabilmek, hangisinin daha yakın olduğunu gözardı ederek hakkaniyetli bir tepki ortaya koyabilmektir. onu da geçtim, kazığı atan taraf daha yakın olduğu için oyununa katılma yolunu seçmemektir.
ne insanlar biliyorum etrafımda, çok yakında. arkadaşlarına rütbe verip, kendisi için daha önemli olanın diğerlerine kazık atmasına göz yuman, hatta alet olanlar...
(utanacağını bilsem adını yazardım buraya, herkese duyururdum, ama sanmıyorum ki utansın, ar etsin, haya etsin yediği boklardan. yalan; kişiyi sadece bir an için kurtarıyor arkadaşım, kalan günlerinde riyakar olmana engel olamıyor, arkadan dümen çeviren insan olmana asla engel olamıyor. yalanlarının ortaya çıkmasından sonra günah çıkarmaya gelenlere ne yaptığımı da sen çok iyi biliyorsun zaten...)
benim beklentilerim şunlardır ve sende var ya da yok demektir açıkça. sende şu var ama bu yok e şunu da başkasında bulamayacağıma göre dur bakalım kendimi alıştırabilir miyim bunsuzluğa demek değildir.
haiz olan tarafa, girişilen her birbirine benzer mücadele sonunda bir takım faydalar sağlar: kendine güvenin ve kendine olan saygının artması, bir abba şarkısı dinleme coşkusu veya serpil çakmaklı filmi seyretmekten tekrar haz almanın huzuru, tekrar kandırılmış olmanın getirdiği "hiç değişmiyorum demek ki cidden doğru yoldayım" düşüncesi ve tabii ki tapınılası yalnızlık. her güzel şey çabuk bitmez, her güzel şey çok çabuk öldürülür.
her kapiyi açan, bir çok konuyu çetrefillestirmeden çözen... yalancilik gibi geçici çareler üreten bir özellikten her açidan iyidir...rahatlatir insani, karsindakinin senin içini biliyor olmasi huzur verir, oyunlardan kurtarir...
genel olarak hiçbir kimse ya da hiçbir şey için yalana ihtiyacı olmayan, eğilip bükülmeden, içine girdiği kabın şeklini almadan yaşayabilenlerin bulunduğu durum.
"durustlugunuz buyuk bir olasilikla insanlari incitir, sozcuklerinizi ayarlamaniz, insanlara hissettiginiz ya da dusundugunuz aci ve cirkin gercekler yerine duymak istediklerini soylemeniz daha akillacadir. daha da onemlisi, kendinizi tamamen acmakla o kadar onceden tahmin edilebilir ve tanidik gelirsiniz ki, size saygi duymak ya da sizden korkmak neredeyse olanaksiz olur ve guc boylesi duygulari uyandirmayan insanlara gelmez. eger guc icin buyuk bir arzu duyuyorsaniz durustlugu hemen bir kenara koyun ve kendinizi niyetlerinizi gizleme sanatinda egitin. bu sanatta uasalasirsaniz her zaman ustun olursunuz. insanin niyetlerini gizleme yeteneginde temel olan, insan dogasi hakkindaki basit bir gercektir: bizim ilk icgudumuz her zaman gorunuse guvenmektir. "*
bu sitede yazilanlarin hicbiri dogru degildir. 18 ya$in altindakilerin kullanmasi hukuken sakincali olabilir (zaten o ya$ta ne i$iniz var internette sitede cikin, gezin, gezdirin). yazarlar ek$i sozluk'e yazdiklari entry'lerin telif haklarini michael jackson'a devretmi$ sayilirlar. sitede yazilanlari kaynak belirtmeden word'e aktarip "fw: turk astronot ve houston! cok komikkkk!" diye arkada$larina yollayan pespayedir, hemzemindir, hincaldir, uluctur. hukuki gereklilikler haricinde yazarlarin kimlik bilgileri saklidir. sadece arada yoneticiler tarafindan onemli bir gerekceyle incelenip "tuh erkekmi$" denebilir. bir gun kapimiza biri gelirse "kim lan bunlar" diye "bi sn du$tayim" denir mutfak penceresinden kacilir.
Bugün 36 ziyaretçi (90 klik) kişi burdaydı!
sitemin saati saate bakabilirsiniz mehmetin saati
slmlar arkadaşlar hoşgeldiniz
hoşgeldiniz girebilirsiniz
sdhhhhhhhhhhhsdgtrkrdf
gelince Hafız Mehmet Efendi'nin mahalle mektebinde öğrenime başladı, sonra babasının isteğiyle Şemsi Efendi Mektebi'ne geçti. Bu sırada babasını kaybetti (1888). Bir süre Rapla Çiftliği'nde dayısının yanında kaldıktan sonra Selânik'e dönüp okulunu bitirdi. Selânik Mülkiye Rüştiyesi'ne kaydoldu. Kısa bir süre sonra 1893 yılında Askeri Rüştiye'ye girdi. Bu okulda Matematik öğretmeni Mustafa Bey adına "Kemal" i ilave etti. 1896-1899 yıllarında Manastır Askeri İdâdi'sini bitirip, İstanbul'da Harp Okulunda öğrenime başladı. 1902 yılında teğmen rütbesiyle mezun oldu., Harp Akademisi'ne devam etti. 11 Ocak 1905'te yüzbaşı rütbesiyle Akademi'yi tamamladı. 1905-1907 yılları arasında Şam'da 5. Ordu emrinde görev yaptı. 1907'de Kolağası (Kıdemli Yüzbaşı) oldu. Manastır'a III. Ordu'ya atandı. 19 Nisan 1909'da İstanbul'a giren Hareket Ordusu'nda Kurmay Başkanı olarak görev aldı. 1910 yılında Fransa'ya gönderildi. Picardie Manevraları'na katıldı. 1911 yılında İstanbul'da Genel Kurmay Başkanlığı emrinde çalışmaya başladı.
1911 yılında İtalyanların Trablusgarp'a hücumu ile başlayan savaşta, Mustafa Kemal bir grup arkadaşıyla birlikte Tobruk ve Derne bölgesinde görev aldı. 22 Aralık 1911'de İtalyanlara karşı Tobruk Savaşını kazandı. 6 Mart 1912'de Derne Komutanlığına getirildi.
Ekim 1912'de Balkan Savaşı başlayınca Mustafa Kemal Gelibolu ve Bolayır'daki birliklerle savaşa katıldı. Dimetoka ve Edirne'nin geri alınışında büyük hizmetleri görüldü. 1913 yılında Sofya Ateşemiliterliğine atandı. Bu görevde iken 1914 yılında yarbaylığa yükseldi. Ateşemiliterlik görevi Ocak 1915'te sona erdi. Bu sırada I. Dünya Savaşı başlamış, Osmanlı İmparatorluğu savaşa girmek zorunda kalmıştı. Mustafa Kemal 19. Tümeni kurmak üzere Tekirdağ'da görevlendirildi.
1914 yılında başlayan I. Dünya Savaşı'nda, Mustafa Kemal Çanakkale'de bir kahramanlık destanı yazıp İtilaf Devletlerine "Çanakkale geçilmez! " dedirtti. 18 Mart 1915'te Çanakkale Boğazını geçmeye kalkan İngiliz ve Fransız donanması ağır kayıplar verince Gelibolu Yarımadası'na asker çıkarmaya karar verdiler. 25 Nisan 1915'te Arıburnu'na çıkan düşman kuvvetlerini, Mustafa Kemal'in komuta ettiği 19. Tümen Conkbayırı'nda durdurdu. Mustafa Kemal, bu başarı üzerine albaylığa yükseldi. İngilizler 6-7 Ağustos 1915'te Arıburnu'nda tekrar taarruza geçti. Anafartalar Grubu Komutanı Mustafa Kemal 9-10 Ağustos'ta Anafartalar Zaferini kazandı. Bu zaferi 17 Ağustos'ta Kireçtepe, 21 Ağustos'ta II. Anafartalar zaferleri takip etti. Çanakkale Savaşlarında yaklaşık 253.000 şehit veren Türk ulusu onurunu İtilaf Devletlerine karşı korumasını bilmiştir. Mustafa Kemal'in askerlerine "Ben size taarruzu emretmiyorum, ölmeyi emrediyorum!" emri cephenin kaderini değiştirmiştir.
Mustafa Kemal Çanakkale Savaşları'dan sonra 1916'da Edirne ve Diyarbakır'da görev aldı. 1 Nisan 1916'da tümgeneralliğe yükseldi. Rus kuvvetleriyle savaşarak Muş ve Bitlis'in geri alınmasını sağladı. Şam ve Halep'teki kısa süreli görevlerinden sonra 1917'de İstanbul'a geldi. Velihat Vahidettin Efendi'yle Almanya'ya giderek cephede incelemelerde bulundu. Bu seyehatten sonra hastalandı. Viyana ve Karisbad'a giderek tedavi oldu. 15 Ağustos 1918'de Halep'e 7. Ordu Komutanı olarak döndü. Bu cephede İngiliz kuvvetlerine karşı başarılı savunma savaşları yaptı. Mondros Mütarekesi'nin imzalanmasından bir gün sonra, 31 Ekim 1918'de Yıldırım Orduları Grubu Komutanlığına getirildi. Bu ordunun kaldırılması üzerine 13 Kasım 1918'de İstanbul'a gelip Harbiye Nezâreti'nde (Bakanlığında) göreve başladı.
Mondros Mütarekesi'nden sonra İtilaf Devletleri'nin Osmanlı ordularını işgale başlamaları üzerine; Mustafa Kemal 9. Ordu Müfettişi olarak 19 Mayıs 1919'da Samsun'a çıktı. 22 Haziran 1919'da Amasya'da yayımladığı genelgeyle "Milletin istiklâlini yine milletin azim ve kararının kurtaracağını " ilan edip Sivas Kongresi'ni toplantıya çağırdı. 23 Temmuz - 7 Ağustos 1919 tarihleri arasında Erzurum, 4 - 11 Eylül 1919 tarihleri arasında da Sivas Kongresi'ni toplayarak vatanın kurtuluşu için izlenecek yolun belirlenmesini sağladı. 27 Aralık 1919'da Ankara'da heyecanla karşılandı. 23 Nisan 1920'de Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin açılmasıyla Türkiye Cumhuriyeti'nin kurulması yolunda önemli bir adım atılmış oldu. Meclis ve Hükümet Başkanlığına Mustafa Kemal seçildi Türkiye Büyük Millet Meclisi, Kurtuluş Savaşı'nın başarıyla sonuçlanması için gerekli yasaları kabul edip uygulamaya başladı.
Türk Kurtuluş Savaşı 15 Mayıs 1919'da Yunanlıların İzmir'I işgali sırasında düşmana ilk kurşunun atılmasıyla başladı. 10 Ağustos 1920 tarihinde Sevr Antlaşması'nı imzalayarak aralarında Osmanlı İmparatorluğu'nu paylaşan I. Dünya Savaşı'nın galip devletlerine karşı önce Kuvâ-yi Milliye adı verilen milis kuvvetleriyle savaşıldı. Türkiye Büyük Millet Meclisi düzenli orduyu kurdu, Kuvâ-yi Milliye - ordu bütünleşmesini sağlayarak savaşı zaferle sonuçlandırdı.
Mustafa Kemal yönetimindeki Türk Kurtuluş Savaşının önemli aşamaları şunlardır:
Sarıkamış (20 Eylül 1920), Kars (30 Ekim 1920) ve Gümrü'nün (7 Kasım 1920) kurtarılışı.
Çukurova, Gazi Antep, Kahraman Maraş Şanlı Urfa savunmaları (1919- 1921)
I. İnönü Zaferi (6 -10 Ocak 1921)
II. İnönü Zaferi (23 Mart-1 Nisan 1921)
Sakarya Zaferi (23 Ağustos-13 Eylül 1921)
Büyük Taarruz, Başkomutan Meydan Muhaberesi ve Büyük Zafer (26 Ağustos 9 Eylül 1922)
Sakarya Zaferinden sonra 19 Eylül 1921'de Türkiye Büyük Millet Meclisi Mustafa Kemal'e Mareşal rütbesi ve Gazi unvanını verdi. Kurtuluş Savaşı, 24 Temmuz 1923'te imzalanan Lozan Antlaşması'yla sonuçlandı. Böylece Sevr Antlaşması'yla paramparça edilen, Türklere 5-6 il büyüklüğünde vatan bırakılan Türkiye toprakları üzerinde ulusal birliğe dayalı yeni Türk devletinin kurulması için hiçbir engel kalmadı.
23 Nisan 1920'de Ankara'da TBMM'nin açılmasıyla Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluşu müjdelenmiştir. Meclisin Türk Kurtuluş Savaşı'nı başarıyla yönetmesi, yeni Türk devletinin kuruluşunu hızlandırdı. 1 Kasım 1922'de hilâfet ve saltanat birbirinden ayrıldı, saltanat kaldırıldı. Böylece Osmanlı İmparatorluğu'yla yönetim bağları koparıldı. 29 Ekim 1923'te Cumhuriyet idaresi kabul edildi, Atatürk oybirliğiyle ilk cumhurbaşkanı seçildi. 30 Ekim 1923 günü İsmet İnönü tarafından Cumhuriyet'in ilk hükümeti kuruldu. Türkiye Cumhuriyeti, "Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir" ve "Yurtta barış cihanda
barış" temelleri üzerinde yükselmeye başladı.
Atatürk Türkiye'yi "Çağdaş uygarlık düzeyine çıkarmak" amacıyla bir dizi devrim yaptı. Bu devrimleri beş başlık altında toplayabiliriz:
1. Siyasal Devrimler:
· Saltanatın Kaldırılması (1 Kasım 1922)
· Cumhuriyetin İlanı (29 Ekim 1923)
· Halifeliğin Kaldırılması (3 Mart 1924)
2. Toplumsal Devrimler
· Kadınlara erkeklerle eşit haklar verilmesi (1926-1934)
· Şapka ve kıyafet devrimi (25 Kasım 1925)
· Tekke zâviye ve türbelerin kapatılması (30 Kasım 1925)
· Soyadı kanunu ( 21 Haziran